Türk Otağı

Türkler, nerede ise yedi bin yıla dayanan uzun tarihleri boyunca, Çin hâkimiyetinde kaldıkları otuz yıl kadar olan kısa süreyi saymaz isek hep bir devlet teşkilâtına sahip olmuşlardır.

215 Görüntülüme

Günümüz devletlerinin birçoğunun geçmişi daha bir iki asrı geçmez iken, atalarımız ‘Devlet-i ebed müddet’ anlayışı ile devlet kavramına zirve yaptırmış ve belki de bu anlayış sayesinde diğer milletlere karşı muazzam bir üstünlük kurmuşlardır. Söz gelimi Çin’in, Türk hâkimiyetinde kaldığı nice otuz yılların sayısını saymakla bitiremezsiniz.

Devlet-i ebed müddet anlayışını, Almanların ‘Nazizm’ ve İtalyanların ‘Faşizm’ ülküleri ile karıştırmamak gerekir. Neden derseniz, bu görüşler nerede ise her şeyin devlet için olduğunu kabul eder. Devlet araç değil, amaç olmuştur. Bir nevi tabudur anlayacağınız. Millet, vatan, din gibi kavramlar ikinci plana atılmıştır. Türkler ise devleti bir araç olarak kabul etmişler; devletin, millet için olduğunu benimsemişlerdir. Asıl olan milletin huzuru ve mutluluğudur. Orkun (Orhun) yazıtlarında da belirtildiği gibi, devlet erkini elinde bulunduranlar açları doyurmak; açıkları giydirmekle yükümlüdür. İslâm’a girdikten sonra da bu inanç aynı şekilde devam etmiş ve tebaayı oluşturan insanlar Allah’ın birer emaneti olarak kabul edilmiştir. Ama Türk’ün devletçilik anlayışının olgunlaşması ve kurumsallaşması bize göre Fırat’ın kıyısında otlayan bir kuzunun bile hesabını soran İslâm dini sayesinde olmuştur elbette. İslâmiyet döneminde kurulan Türk Devletlerinin daha uzun soluklu ve dünya sahnesinde daha etkili olması da bunu göstermektedir zaten.

Osmanlı, kısa zamanda Devlet-i Âli Osmanî olmasını; dünyanın gelmiş geçmiş en büyük, en kudretli devletini vücuda getirmesini hiç şüphesiz “İnsanı yaşat ki, devlet yaşasın.” düsturu ile yola çıkmasına borçludur. Bir nevi Osmanlı yetimi olan genç Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin takip etmesi gereken yol da bu olmalı; vatanı ana bilen bu millet, devleti de baba olarak görmeye devam etmelidir. Türk Devletinin öncelikli olarak üzerinde duracağı hassas nokta bu olmalı; bu olumlu (müspet, pozitif) algının sürmesini sağlamalıdır.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bugün birtakım sıkıntılarla karşı karşıya olduğu malûmunuzdur. Misâl, bunlardan biri de bölücü terör olaylarıdır. Gelin şimdi kimileri tarafından tamamen kasıtlı olarak ‘Kürt sorunu’ diye adlandırılmaya çalışılan bu yarayı biraz deşelim. Bugün maalesef millî bünyemizde kod adı PKK (Partiya Kalkaren Kurdiya=Kürdistan İşçi Partisi) olan kanserli bir hücre mevcuttur. Bu kanserli hücrenin neden olduğu sorun da, bize göre PKK sorunu veya terör sorunu olarak adlandırılmalıdır. Niye derseniz, bugün şehit cenazelerine baktığınızda insanlarımızın hep bir ağızdan “Kahrolsun PKK!” diye bağırdıklarını görürsünüz. Bu güne kadar yüreği yanmış binlerce insanımızdan bir teki bile çıkıp da söz gelimi “Kahrolsun Kürtler!” diye bağırmamıştır. Bu bile, sorunun Kürt (Gurmanç) sorunu olmadığını; PKK kaynaklı bir terör sorunu olduğunu göstermesi açısından ibret vericidir. Zira bölücülerin çevirdiği onca dalavereye (entrika) rağmen Türk Halkı birliğini, beraberliğini korumaktadır. Yine bugün terör nedeniyle ülkemizin güneydoğusundan kaçan insanlarımızın göç ettikleri yerlere bir bakın. Terörden canını, malını, namusunu kurtarmak için kaçan Kürtler (Gurmanç), Zazalar, Türkmenler (Oğuz/Ogur), Çerkezler… ülkemizin batı kısımlarına; ağırlıklı olarak da terörün barınma fırsatı bulamadığı illere yerleşmektedirler. Devletin aslî unsuru kabul edilen ve Yörük, Türkmen gibi adlarla anılan insanların yaşadığı güvenli yerlere! Düşünün bir kere, eğer sorun etnik özürlü bazı safsalakların iddia ettiği gibi Kürt (Gurmanç) sorunu olsaydı; bu insanlar, örneğin Kürtler (Gurmanç) kalkıp da Irak’a gitmezler miydi?

Ulusal birliğimizin devamı için hem devletin, hem de milletin üzerine düşen görevler vardır. Devletin görevlerine yukarıda değinmiştik. Milletin yapması gereken ise bu zamana kadar gösterdiği sağduyuyu muhafaza edip, sapla samanı karıştırmamak olmalıdır. Milletimiz, Hace Bektaşi Veli Hazretleri’nin “Bir olalım, iri olalım, diri olalım.” düsturuna bağlı kalmalıdır. Zira hayalleri Ulan-Batur’dan, Saraybosna’ya; Kazan’dan, Kurtuba’ya (Cordoba) kadar uzanan millet, bizim milletimizdir. İstanbul’u fethederek, âlemlerin sevgilisi Hz. Muhammed’in (Allah’ın selâmı üzerine olsun.) övgüsüne mahzar olan millet de bu millettir. Ve bu millet devletsiz yaşayamaz. Devletin yaşaması için her türlü fedakârlığı yapar. Ucunda ölüm bile olsa! Gelin şimdi son sözü, devleti bir otağa benzeten Mevlâna Celâleddin Hazretlerine bırakalım:

 

—“Türk sağ oldukça mutlaka kendine bir otağ bulur.”     

                         

Aziz Dolu Atabey

Serik-Ocak 2007